8 Mayıs 2021 Cumartesi

ANNEME


ANNEME
Anılardan köprü kurdum
yürüyorum sana doğru
bak sımsıkı sarıldım
hissetin mi.
Başımı göğsüne yasladım
kokun sindi üzerime
zaten karanfil kokusu
hep benimle ki anne.
Parmaklarımın arasından akan
gümüş saçlarının her biri
ahenkle seni sevdiğimi fısıldıyor
duyuyor musun.
Sana tapan yüreğim
büyüyüp çiçek açmam için
verdiğin emeği
ustalıkla işlediğin
kutsal sevgiyi
hiç unutur mu.
Sen de
ne çok sevdiğimi
özlediğimi
aklından
hiç ama hiç
çıkarma olur mu anne...
                                Bahriye İplikçi

23 Şubat 2021 Salı

İTİRAF

 

 










İTİRAF

Kendimden özür dileyerek giriyorum yeni yaşıma.

Doğru olanı yapıyorum sandım genç yaşımda.

Nelere izin vermişim düşünüyorum da…

Hak etmeyenlere teşekkür etmiş,

Kendini bilmezlerden özür dilemişim.

Eksiklerini tamamlayıp,

Duymak istediklerini söylemişim.

2014 yılında

“NE ZAMAN ANLAYACAĞIZ” diye yazdım insanlığa.

Değişen bir şey olmamış o zamandan bu zamana.

Emek vereni taşlayan, sömürüye kucak açan,

erdemi unutmuş “CÜZ’İ” insanlığınla

hiç cevap verebilir mi “İNSANLIK NEREYE GİDİYOR” sorusuna.

Hele hele alın teri gönül teliyle yazılmış hikayelerin,

nereden bilecek nasıl bir emekle yazıldığını.

Haksızlıklara gülüp geçmesem de

Yine de son bir kez teşekkür ediyorum onlara.

Üretiklerimin ve benim ne kadar değerli olduğumu hissettiren

“YAVUZ HIRSIZ EV SAHİBİNİ BASTIRIR” davranışlarına.

İnsanlığı kirletenlere inat, saygıdan, sevgiden, üretmekten

VAZGEÇMEYECEĞİM ASLA.

                                                 Bahriye İplikçi

 

 

25 Aralık 2020 Cuma

YARINLARA


  YARINLARA
Üzülme bugün
Bahar gelmedi diye
Güzel günler yakında elbette 
Yeter ki 
karaları bağlama
sarıl umutlarına.
Gün olur
yapılan haksızlıklarla,
yoluna çıkan zorluklarla savaşırsın.   
Bazen içini sızlatan,
bazen mutluluktan uçuran 
duygularınla hesaplaşırsın.
Vakti gelir 
öyle eser ki rüzgar
Ortalık toz duman olsa da
Kara bulutlar etrafını sarsa da
Bir gün, evet bir gün...
Fırtına diner
Güneş doğar
Kavuşursun aydınlığa.
Ellerinle toplarsın renkleri gökkuşağından  Yarın çok farklı olacak bu günden İNAN.                                        
                                   Bahriye İplikçi

5 Aralık 2020 Cumartesi

TUTSAK

 


                     TUTSAK

      Oynama yürek benimle.

      Otur oturduğun yerde.

      Sevgiymiş, aşkmış sana ne.

      Savrul yaşamak istediğin yere.

      Sen ki ne acılar çekmiş,

      Ne gurbetler görmüş,

      Ne düşler kurmuşsun.

      Hani hepsi nerede?

      Hadi, git yürek.

      Darmadağın olmadan,

      Kahrolmadan git.

      Seni sevenlerden zamansız ayrılırcasına

      Karşılarına her an çıkacakmışcasına,

      Avuçlarının içinden 

                       ömür boyu kayarcasına git.

                                   Bahriye İplikçi/2017


24 Ekim 2020 Cumartesi

RADİKA VE RADİKA ZANNETTİĞİMİZ OTLAR





  



                                             RADİKA VE RADİKAYA BENZEYEN OTLAR
         
         Radika mavi çiçekleri ile doğanın nazar boncuğu. Urla’nın namı değer acımığı, Ege’nin hindibağ’ı. Kırmızı dalları, yemyeşil yaprakları ile iştah açıcı. İnsanı şaşırtan, kendine hayran bırakan, lezzeti ve çeşitleriyle, doğanın bize sunduğu sağlık kaynağı bir ot. Karahindiba, çobançantası, ımık, pirinçlik, düğmelik radika zannettiğimiz otlardan bir kaçı.
         Hepsi birbirinden güzel ve faydalı. Yapraklarından köküne, çiçeğinden sapına kadar adeta şifa vermek için yaratılmışlar. Tohumdan üreyen radika ve radika zannettiğimiz bu otlar bizi çocukluğumuza da götürürler. Çiçeklenme zamanı geçince, sihirli bir peri değneğine dönüşen, beyaz tüy yumağı, en ufak bir darbede ana gövdeden kopup uçuşurlar. Bembeyaz tüyler havada dans ederken biz de bir üfürüşte dileklerimizin evrene dağılıp gerçekleşeceğine inanırız. Hem ruhen hem bedenen bize iyi gelen bu otları tanımak için 21 Mart 2020/Mart Dokuzu Urla Ot Bayramını kaçırmayın derim.
                                                          Annemin Ot Sepeti/Bahriye İplikçi


18 Ekim 2020 Pazar

SAVAŞTA AŞK

 






 SAVAŞTA AŞK

       Huzur bulduğu yeşil gözlerine, duru yüzüne ve beline düşen pelik pelik saçlarının güzelliğine hayrandı Recep. En çok ta utangaç masum tavırlarına vurulmuştu. Ama korkak halleri endişelendiriyordu onu. Bir insanın gözü önünde babasını yanarak izlemesi kolay değildi. Köylerini yangından kurtarmak için dört kişiden birisiydi Safiye’nin babası. Düşman dördünü de köylünün gözü önünde ateşe atıp yakmıştı.

     Safiye çırpınarak yanan babasını, bu acıya dayanamayıp ölen annesinin kadife gibi güzel yüzünü unutamıyordu. Çok acı çekmiş, yapayalnız ve sahipsiz kalmıştı. Her şeyden ve herkesten korkuyordu. Kendini çocukluk arkadaşının desteği ile toparlamış, onun ilgisi ve sevgisiyle ayakta kalma mücadelesi vermişti. Bu ilgi onu hayata bağlamış zaman geçtikçe o da gönlünü Recep’e kaptırmıştı. Onu çok seven, sahip çıkan bir sevdiceği vardı. Mutlu muydu? Mutlu mu görünmek istiyordu bilmiyordu. Ama evlilik kararını aldıktan sonra kötü günlerin geride kalacağına inanıyordu.  Nede olsa Recep ile evlenecek bundan sonra yalnız yaşamayacaktı. Bunları düşünürken bir taraftan da ak yazmaları birleştirerek marifetli elleriyle gelinlik dikiyordu kendine. Hayallerindeki gelinlik gibi değildi belki ama mutluluğu için yeterliydi. Bu acıların içinde evlenmek doğru muydu? Tam da düşmanın kudurduğu dönemde memleketi işgal altındayken… Ama hayat devam ediyordu ve sığınması gereken bir limana ihtiyacı vardı. İşte o liman sevdiceğiydi.

     Kapı açıldı ve geniş omuzlu, uzun boylu Recep yüzünde tatlı bir gülümseme ile içeri girdi.

    “Korkuttun beni!” Dedi Safiye, neşeli ama çekingen bir eda ile elinde süslemelerini bitirmeye çalıştığı gelinliğini ivedilikle dürüp kaldırdı.

      Recep’in gözünden kaçmamıştı bu, ama sevdiceğini utandırmamak için sadece “Bitti mi?” diye sordu. Başını utangaç bir şekilde sağa sola sallayarak: 

      “Hayır, ama çok az bir işi kaldı” dedi.

     “ Zararı yok daha bir hafta var nasıl olsa.”

     “ Bir hafta mı?” Diyerek heyecanlanan Safiye’nin yanakları al al oldu.

      Ellerini avucunun içine alıp “Telaş etme annemler her şeyi hazırladı. Küçük evimizde sadece sana ihtiyaç kaldı güzel gözlüm”.

       Bu söz karşısında gözyaşlarını tutamadı Safiye. Annesi ve babası hayatta olsaydı keşke. Yaptığı hatayı anlamıştı Recep onu kollarının arasına aldı.

      “Üzülme bundan sonra birlikte olacağız. Unutturacağım sana o kederli günleri.”

       Köyün meydanında hazırlıklar başlamış, çınarın gölgesine sandalyeler, masalar yerleştirilmişti. Birkaç saat sonra eğlence başlayacaktı. Mutluluğunu paylaşmak isteyen arkadaşları, akrabaları birer birer geliyordu düğün alanına. Köyün delikanlıları küçük bir orkestra kurmuşlar, savaşın kendilerinde bıraktığı izleri atmak istercesine neşeli müzik havaları çalıyorlardı. Safiye sevgi çemberinin içinde mutluluktan ağlasın mı, gülsün mü, eğlensin mi bilemedi. Recep ile birlikte karşılıklı oynarken duru güzel yüzü gülücükler saçıyordu etrafa. Herkes eğleniyor, gülüyor, oyunlar oynayıp halay çekiyorlardı. Köyün küçük çocukları da eşlik ediyordu bu mutluluğa. Büyüklerini taklit ediyorlar popolarını bir oyana bir buyana kıvırıp kahkahalarla gülüyorlardı.

      Köylülerin en yaşlısı:

     “Çok geç oldu Türk bayrağını hazırlayın” dedi.

      Türk geleneği gereğince gerdek gecesine Türk bayrağı altında yürüyerek girmek adettendi. Fakat memleketin işgal altında olduğu bu dönemde onları izleyen Yunan askerleri bunu fark etti ve havaya ateş açarak küfür edip, ellerini kollarını kızgınlıkla sağa sola savurarak:

     “Burası bizim yönetimimizde Türk Bayrağı çekemezsiniz, gelin ve damat ancak yunan bayrağı ile yürüyüp evlerine gidebilir” diye bağırıyorlardı.

         Kalabalık birden durdu. Herkes buz kesmişti. Kendi vatanlarında gördüğü muamele karşısında ne yapacaklarını bilemediler. Araya yerli Rumlar girse de ikna edemedi işgalcileri.

         Safiye’nin duru gül yüzü soldu, tir tir titriyordu ama onun kaderi annesi ve babası gibi olmayacaktı. Birden haykırmaya başladı:                                

        “Bu vatan bizim bu topraklar bu dünya hepimizin. Ben anamı babamı kaybettim. Siz belki eşini, kardeşini, anneni tüm sevdiklerini kaybettiniz. Ne uğruna. Yıllardır kardeşçe yaşadık. Ne oldu şimdi ne oldu bize?”

        Ak yazmadan diktiği gelinliğin eteğini yırtarak işgalcilere uzattı. İşgalciler bu kükreyen küçük dev kadına şaşkın şaşkın bakarak gözlerinde nefret yerine sevgi dolu ve birleştirici bakışlardan ne demek istediğini anlamışlardı. Bayrak yerine ak yazmayı alıp sopaya bağlayarak kalabalığa yolu işaret ettiler..

       Köylünün içini titreten haksızlık yerini düşünceli bir sükunete bıraktı. Dağlardan gelen keçilerin çan sesleri, o muhteşem yabani çiçeklerin kokusu eşliğinde beyaz bir bayrakla herkes evlerine dağıldı.

                                                                                                    BAHRİYE İPLİKÇİ

      

Not: Kurtuluş Savaşı’nda yaşanan iki gerçek olay üzerine kurgulayarak yazdığım hikaye Savaşta 

21 Temmuz 2020 Salı

LİKÖRÜN RAHİYASI


                                                               







                                                          LİKÖRÜN RAHİYASI
      
       Geçmişin izlerini taşıyan oymalı ceviz büfenin içindeki tozlu kadehlere ilişti gözüm. Yıllar önce parmakların arasında neşe içinde sohbete eşlik eden sanki onlar değil zamana yenik düşen tüm güzel şeyler gibi yıpranmış duruyorlardı orada. Likörlerin kendine has rahiyası ve kadehlerin seksen yıllık anıları çıkageldi aile yadigarı büfeden.
       Bir bayrama daha tatlı bir isim verilemeyeceğini düşündüğüm Şeker Bayramı’nda (eminim bu adı ramazan bayramına çocuklar vermiştir) kahvenin yanında sunulan likörün, içinde alkol olduğu için tadına bile bakamayışımın isyanı. Minik sevimli kadehlerde sunulan meyve özlerinin hapsolduğu likör büyüklerin yapacağı sohbete katılma aracıydı benim için. Aileyi konu komşuyu bir araya getiren kahvenin yanında, içenleri sarhoş etmek değil zamanın keyfini yaşatmaktı likörün görevi aslında.
        Babamın çok sevdiği halde koket içeceği diyerek içmeme izin vermemesinin nedeni batılı hayata özenen şehirlilerin oluşturduğu gelenek olarak görmesiydi. Fakat kendi kendine çelişip yenik düşmüştü bu lezzete. Bana aldığı ilk çeyizin ne olduğunu söylememe bile gerek yok.
         Anlattığı bir likör hikayesi var ki tutkumu daha da kamçılamış, gülmekten kendimi alıkoyamamıştım. Bir gün Ankara’ya çiftçilerin katılacağı toplantıya gitmişti. Sonra toplantıya katılanlarla birlikte kahve içmek için bir yere oturmuşlar. Nane likörü ve çikolata eşliğinde gelmiş kahveler. Az ama ferahlatıcı içeceğin, toplantının bunaltıcı havasından kurtarıp yorgunluğunu alacağını bildiği için çok sevinmiş likörü görünce. Derken sohbet sırasında gözü esmer, babayiğit, adını bilmediği adama takılmış. Adam ne olduğunu bilmediği anlaşılan likörü avucunun içine dökmüş bir güzel ovalaya ovalaya yüzüne sürmüş. Babam adam utanmasın diye mi! yoksa gördüğüne üzüldüğü için mi! kendisinin de ayırt edemediği bir duyguyla içememiş o çok sevdiği nane likörünü. Anlattığına göre kolonya sanmış galiba. Hadi gel de gülme.
         On yedili yaşlarda evlenen anneme ne demeli. Çalıştığı fabrikada fazla mesai yaparak, yeni yeni içmekten keyif aldığı likör kadehlerini almak için yaşamından bir bölüm harcamış. İç geçirerek söylemişti bunu. Fakat onları almak için çok çalışmak zorunda kaldığından dolayı değil, küçük tombul sürahiden akan nane likörünün yeşili kadehin üstündeki kesme yapraklara yüklediği anlam ve anıların zaman içinde yitip gitmesiydi ona iç geçirten.  Öyle ki onunla birlikte içen ne dostları vardı hayatta ne de likör eşliğinde yapılan sohbetlerin tadı.
        Büfenin tozlu raflarından, bu defa Şen Teyze çıkageldi, pamuk saçları ve karanfil kokan teniyle. Şimdi seksenli yaşlarda Şen Teyzem. Eski konakları apartman furyasına yenik düşüp de yıkılınca Ana-Ata yadigarı antika eşyalarıyla 10 yıldır oturduğu şimdiki evinde, karşılıklı yudumladık kahvelerimizi ve likör tadındaki sohbetimizi.
        İkramların sanat eseri kadehlerle aydınlık, içten gülüşlerle yapıldığı o günleri konuştuk. Anılarla dolu o evde likörün anlamı kadehlere gösterilen özenden belli oluyordu. Öyle güzeller ki. Çeyizinden Türk el işçiliği olan gümüş kadehler ile kendisine hediye edilmiş Fransız işi el boyaması cam kadehler geçmişte yaşanan güzelliklerin bir kanıtı. O zarif kadehlerdeki likörü misafirlerine sunarken cam takımın bir kadehi düşüp kırılıvermişti, “İşte! diyordu; misafirin, sevdiklerin geldi diye, heyecanlanıp sevinmek çok güzel ama dikkati de elden bırakmamak lazım, “ayol, döküldü, dökülecek “ derken biri gidiverdi; sonra da en önemli cümleyi ekledi; “ üzülmüştüm o zaman çünkü hediyeydi, bu çok sevdiğim takım, bir kat daha kıymetliydi o yüzden, fakat şimdi diyorum ki; insanlar, gönüller, dostluklar kırılmasın yeter.” Zaten bozulan takımı yenilemek istese neredeydi o eski özen.
          Çocukluğumun sosyete içeceğini 1988’de kahvenin yanında likör vermesiyle ünlenen mekanda doya doya içişimi nasıl da havalı bir fotoğrafla belgelemişim. O zamanlar 1930’da Türkiyede yapımı başlayan daha öncesinde de Fransa’dan ithal ettiğimiz likörleri artık kendim yapıyorum. Büfeden fırlayıp gelen anılardan, babamın batıya özenti dediği bu içeceğin kültürler arasında ılımlı etkileşimi sağladığından yoksa insanları birleştirici, sohbetleri iyileştirici güce sahip olduğundan mı seviyorum bilmiyorum. Bildiğim şey küçüklüğümden beri rahiyasına ve tadına doyamadığım için seviyor olmam.
                                                                                        Bahriye İplikçi