3 Haziran 2020 Çarşamba

KADER ANI


                                                 




                                                                          Res:Namık İsmail/Vatan Emrederse

                         
                                                       
                                                                 KADER ANI
        
       Mayıs...
       Yaşı küçük olmasına rağmen neler olup bittiğinin farkındaydı ama kurtuluşun başlangıç ayı olduğunu bilemezdi. Minik bedeniyle, gizlendiği çalıların altında elinde sımsıkı tuttuğu torbasıyla öylece bekliyordu. Korkuyordu. Korkuyor muydu? Hayır, hayır korkmuyordu. O, babasının dediği gibi yiğit bir delikanlıydı. Sıkı sıkıya sarıldı yine torbaya. Akşam oluyordu. Babası henüz dönmemişti. Fişek gibi şahlanan atla birlikte üç kız kardeşini emin bir yere bırakıp onu da almak için gelecekti. Bekliyordu, yiğit bir delikanlıydı o…
       Şöyle bir etrafına baktı. Baharı müjdeleyen, yediveren güller, gelincikler, ağaçlar, bin bir renkli çiçekler… Gözlerini kapatıp kokularını içine çekecekti ki, ciğerlerini yakan keskin bir yanık kokusuyla telaşla gözlerini açtı.  Ülkesinin işgal altında olduğunu anımsadı. Çok önemli görevi vardı. Babasını beklemeliydi. Uzaktan nal sesleri duyulmaya başladı. Dönüp baktı, üç atlı yaklaşıyordu ona doğru. Torbayı aceleyle çalıların altına fırlattı. Yanına yaklaşan atlılar aralarında onun anlamadığı bir dille  konuşurken birden:
        “Adın ne” dedi atlılardan biri.
         Bir anda ürperdi, ürkekleşti sesini çıkarmadı. Sadece heyecandan çanak gibi açılmış ela gözlerini onlara dikmiş bakıyordu.
       Birisi, bu ela gözlerden bitlenmeye karşı önlem almak için kazınmış, bir tel saç kalmayan dazlak kafasının tüm yüz hatlarını ve teninin beyazlığının ortaya çıkarmasından dolayı kendilerine benzetmiş olacak ki “Sanırım bizden korktun, ailen buralarda mı? Seni alacaklar mı?” diye sordu.
        Ürkekliğini üzerinden atıp karşılarında dimdik durdu. Yine sesini çıkarmadı. Sadece kafasını salladı.
        “Gidelim, çocuk sağlıklı ve güvende” dedi diğeri.
        “Güvende mi” diye tekrar etti arkalarından bakarak. Nefretle “İşgalciler, evet güvendeyim, öldüremediniz, gebermedim, gebertemediniz” dedi içten içe ağlamaklı ve sinirli. Biraz sakinleşip şaşkınlığını da üzerinden attıktan sonra kendi kendine belli belirsiz yaşlı gözleriyle gülümsedi. Gülümsemesi uzun sürmedi. Babası ve ablaları geldi aklına. Onlar, onlar güvende miydi?
         Köyünün yamaçlarını duman bulutları sarmıştı. Alaca karanlıkta bile görülüyordu. Yanıyordu köyü, vatanı.  Öf! Ne zaman gelecekti babası. Herkes köyü terk etmişti. Daha doğrusu terk etmek zorunda bırakılmıştı. Zaten biraz önce işgalcilerin elinden bu yüzden kurtulmuştu. Köyü boşalttıklarına öylesine emindiler ki. Onun bir Türk çocuğu olabileceğini düşünmemişlerdi.
         Hava iyiden iyiye kararmış, soğumaya başlamıştı. Aklına birden çalıların arasına fırlattığı torbası geldi. El yordamıyla torbayı bulmaya çalıştı. Hışırtısını duyar duymaz küçücük elleriyle kavrayıp göğsüne bastırdı. Koklayarak: “Anam, Babam, Vatanım” diyerek sarıldı. Ne çok ayaz vardı bu akşam. Isınmak için büzülerek dizlerini göğsüne çekti. Bahar güneşinin ısıttığı gündüz, yerini soğuk bir geceye bırakmıştı. Öyle üşüdü ki, kendisine emanet edilen torbayı açarak, ablalarının gizli gizli diktiği ay yıldızlı al bayraklardan birini torbadan çıkarıp boynuna sardı.
           Bir an duraksadı:
          “Ne yapıyorum ben” dedi. Sonra gurur duydu. Eğer ölürse kefeni olurdu. “Anam, Babam, Vatanım” diyerek kendini daha sıkı sardı bayrağa. Ayazdan titreyen vücudu biraz olsun ısınmaya başladı.
         Karnının gurultusu rüzgarın sesini bastırıyordu. Bu ses karnından gelen ses mi, rüzgarın sesi miydi? Kulak kabarttı, yoksa yoksa gelen mi vardı. Aklına sabahki askerler geldi. Tam kalkıyordu, bakmaya bile fırsat bulamadan biri omuzlarından tutup kucakladı, terden sırılsıklam olan atın üstüne çiviler gibi oturttu onu.
           “Sıkı tutun” dedi tanıdık bir ses... Babasıydı. Kalbi dışarı fırlarcasına atıyordu. Dörtnala koşan atın sırtında dur diye bağırdı. “ Bana emanet ettiğiniz bayraklardan biri omuzlarımda sarılı, uçacak, savruluyor, dalgalanıyor” dedi. 
         Babası “ Duramam, yetişmeliyiz bırak dalgalansın şanlı bayrağımız. Kurtuluşumuz, Milli Mücadelemiz şimdi başlıyor, benim yiğit delikanlım” diyerek atı dörtnala zafere doğru koşturuyordu.
                                                                                                 Bahriye İplikçi


        NOT: Hikaye de anlatılan küçük çocuğun askerler tarafından görülüp öldürülmemesi ve kendilerinden biri zannedilmesi Recep Özakhisar’ın Kurtuluş Savaşında altı yaşlarında yaşadığı ve etkisinden kurtulamayıp ölünceye kadar torunu Bahriye İplikçi’ye anlattığı bir olaydır. Hikaye’nin devamında gelen olaylar kurgudur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder