25 Aralık 2020 Cuma

YARINLARA


  YARINLARA
Üzülme bugün
Bahar gelmedi diye
Güzel günler yakında elbette 
Yeter ki 
karaları bağlama
sarıl umutlarına.
Gün olur
yapılan haksızlıklarla,
yoluna çıkan zorluklarla savaşırsın.   
Bazen içini sızlatan,
bazen mutluluktan uçuran 
duygularınla hesaplaşırsın.
Vakti gelir 
öyle eser ki rüzgar
Ortalık toz duman olsa da
Kara bulutlar etrafını sarsa da
Bir gün, evet bir gün...
Fırtına diner
Güneş doğar
Kavuşursun aydınlığa.
Ellerinle toplarsın renkleri gökkuşağından  Yarın çok farklı olacak bu günden İNAN.                                        
                                   Bahriye İplikçi

5 Aralık 2020 Cumartesi

TUTSAK

 


                     TUTSAK

      Oynama yürek benimle.

      Otur oturduğun yerde.

      Sevgiymiş, aşkmış sana ne.

      Savrul yaşamak istediğin yere.

      Sen ki ne acılar çekmiş,

      Ne gurbetler görmüş,

      Ne düşler kurmuşsun.

      Hani hepsi nerede?

      Hadi, git yürek.

      Darmadağın olmadan,

      Kahrolmadan git.

      Seni sevenlerden zamansız ayrılırcasına

      Karşılarına her an çıkacakmışcasına,

      Avuçlarının içinden 

                       ömür boyu kayarcasına git.

                                   Bahriye İplikçi/2017


24 Ekim 2020 Cumartesi

RADİKA VE RADİKA ZANNETTİĞİMİZ OTLAR





  



                                             RADİKA VE RADİKAYA BENZEYEN OTLAR
         
         Radika mavi çiçekleri ile doğanın nazar boncuğu. Urla’nın namı değer acımığı, Ege’nin hindibağ’ı. Kırmızı dalları, yemyeşil yaprakları ile iştah açıcı. İnsanı şaşırtan, kendine hayran bırakan, lezzeti ve çeşitleriyle, doğanın bize sunduğu sağlık kaynağı bir ot. Karahindiba, çobançantası, ımık, pirinçlik, düğmelik radika zannettiğimiz otlardan bir kaçı.
         Hepsi birbirinden güzel ve faydalı. Yapraklarından köküne, çiçeğinden sapına kadar adeta şifa vermek için yaratılmışlar. Tohumdan üreyen radika ve radika zannettiğimiz bu otlar bizi çocukluğumuza da götürürler. Çiçeklenme zamanı geçince, sihirli bir peri değneğine dönüşen, beyaz tüy yumağı, en ufak bir darbede ana gövdeden kopup uçuşurlar. Bembeyaz tüyler havada dans ederken biz de bir üfürüşte dileklerimizin evrene dağılıp gerçekleşeceğine inanırız. Hem ruhen hem bedenen bize iyi gelen bu otları tanımak için 21 Mart 2020/Mart Dokuzu Urla Ot Bayramını kaçırmayın derim.
                                                          Annemin Ot Sepeti/Bahriye İplikçi


18 Ekim 2020 Pazar

SAVAŞTA AŞK

 






 SAVAŞTA AŞK

       Huzur bulduğu yeşil gözlerine, duru yüzüne ve beline düşen pelik pelik saçlarının güzelliğine hayrandı Recep. En çok ta utangaç masum tavırlarına vurulmuştu. Ama korkak halleri endişelendiriyordu onu. Bir insanın gözü önünde babasını yanarak izlemesi kolay değildi. Köylerini yangından kurtarmak için dört kişiden birisiydi Safiye’nin babası. Düşman dördünü de köylünün gözü önünde ateşe atıp yakmıştı.

     Safiye çırpınarak yanan babasını, bu acıya dayanamayıp ölen annesinin kadife gibi güzel yüzünü unutamıyordu. Çok acı çekmiş, yapayalnız ve sahipsiz kalmıştı. Her şeyden ve herkesten korkuyordu. Kendini çocukluk arkadaşının desteği ile toparlamış, onun ilgisi ve sevgisiyle ayakta kalma mücadelesi vermişti. Bu ilgi onu hayata bağlamış zaman geçtikçe o da gönlünü Recep’e kaptırmıştı. Onu çok seven, sahip çıkan bir sevdiceği vardı. Mutlu muydu? Mutlu mu görünmek istiyordu bilmiyordu. Ama evlilik kararını aldıktan sonra kötü günlerin geride kalacağına inanıyordu.  Nede olsa Recep ile evlenecek bundan sonra yalnız yaşamayacaktı. Bunları düşünürken bir taraftan da ak yazmaları birleştirerek marifetli elleriyle gelinlik dikiyordu kendine. Hayallerindeki gelinlik gibi değildi belki ama mutluluğu için yeterliydi. Bu acıların içinde evlenmek doğru muydu? Tam da düşmanın kudurduğu dönemde memleketi işgal altındayken… Ama hayat devam ediyordu ve sığınması gereken bir limana ihtiyacı vardı. İşte o liman sevdiceğiydi.

     Kapı açıldı ve geniş omuzlu, uzun boylu Recep yüzünde tatlı bir gülümseme ile içeri girdi.

    “Korkuttun beni!” Dedi Safiye, neşeli ama çekingen bir eda ile elinde süslemelerini bitirmeye çalıştığı gelinliğini ivedilikle dürüp kaldırdı.

      Recep’in gözünden kaçmamıştı bu, ama sevdiceğini utandırmamak için sadece “Bitti mi?” diye sordu. Başını utangaç bir şekilde sağa sola sallayarak: 

      “Hayır, ama çok az bir işi kaldı” dedi.

     “ Zararı yok daha bir hafta var nasıl olsa.”

     “ Bir hafta mı?” Diyerek heyecanlanan Safiye’nin yanakları al al oldu.

      Ellerini avucunun içine alıp “Telaş etme annemler her şeyi hazırladı. Küçük evimizde sadece sana ihtiyaç kaldı güzel gözlüm”.

       Bu söz karşısında gözyaşlarını tutamadı Safiye. Annesi ve babası hayatta olsaydı keşke. Yaptığı hatayı anlamıştı Recep onu kollarının arasına aldı.

      “Üzülme bundan sonra birlikte olacağız. Unutturacağım sana o kederli günleri.”

       Köyün meydanında hazırlıklar başlamış, çınarın gölgesine sandalyeler, masalar yerleştirilmişti. Birkaç saat sonra eğlence başlayacaktı. Mutluluğunu paylaşmak isteyen arkadaşları, akrabaları birer birer geliyordu düğün alanına. Köyün delikanlıları küçük bir orkestra kurmuşlar, savaşın kendilerinde bıraktığı izleri atmak istercesine neşeli müzik havaları çalıyorlardı. Safiye sevgi çemberinin içinde mutluluktan ağlasın mı, gülsün mü, eğlensin mi bilemedi. Recep ile birlikte karşılıklı oynarken duru güzel yüzü gülücükler saçıyordu etrafa. Herkes eğleniyor, gülüyor, oyunlar oynayıp halay çekiyorlardı. Köyün küçük çocukları da eşlik ediyordu bu mutluluğa. Büyüklerini taklit ediyorlar popolarını bir oyana bir buyana kıvırıp kahkahalarla gülüyorlardı.

      Köylülerin en yaşlısı:

     “Çok geç oldu Türk bayrağını hazırlayın” dedi.

      Türk geleneği gereğince gerdek gecesine Türk bayrağı altında yürüyerek girmek adettendi. Fakat memleketin işgal altında olduğu bu dönemde onları izleyen Yunan askerleri bunu fark etti ve havaya ateş açarak küfür edip, ellerini kollarını kızgınlıkla sağa sola savurarak:

     “Burası bizim yönetimimizde Türk Bayrağı çekemezsiniz, gelin ve damat ancak yunan bayrağı ile yürüyüp evlerine gidebilir” diye bağırıyorlardı.

         Kalabalık birden durdu. Herkes buz kesmişti. Kendi vatanlarında gördüğü muamele karşısında ne yapacaklarını bilemediler. Araya yerli Rumlar girse de ikna edemedi işgalcileri.

         Safiye’nin duru gül yüzü soldu, tir tir titriyordu ama onun kaderi annesi ve babası gibi olmayacaktı. Birden haykırmaya başladı:                                

        “Bu vatan bizim bu topraklar bu dünya hepimizin. Ben anamı babamı kaybettim. Siz belki eşini, kardeşini, anneni tüm sevdiklerini kaybettiniz. Ne uğruna. Yıllardır kardeşçe yaşadık. Ne oldu şimdi ne oldu bize?”

        Ak yazmadan diktiği gelinliğin eteğini yırtarak işgalcilere uzattı. İşgalciler bu kükreyen küçük dev kadına şaşkın şaşkın bakarak gözlerinde nefret yerine sevgi dolu ve birleştirici bakışlardan ne demek istediğini anlamışlardı. Bayrak yerine ak yazmayı alıp sopaya bağlayarak kalabalığa yolu işaret ettiler..

       Köylünün içini titreten haksızlık yerini düşünceli bir sükunete bıraktı. Dağlardan gelen keçilerin çan sesleri, o muhteşem yabani çiçeklerin kokusu eşliğinde beyaz bir bayrakla herkes evlerine dağıldı.

                                                                                                    BAHRİYE İPLİKÇİ

      

Not: Kurtuluş Savaşı’nda yaşanan iki gerçek olay üzerine kurgulayarak yazdığım hikaye Savaşta 

21 Temmuz 2020 Salı

LİKÖRÜN RAHİYASI


                                                               







                                                          LİKÖRÜN RAHİYASI
      
       Geçmişin izlerini taşıyan oymalı ceviz büfenin içindeki tozlu kadehlere ilişti gözüm. Yıllar önce parmakların arasında neşe içinde sohbete eşlik eden sanki onlar değil zamana yenik düşen tüm güzel şeyler gibi yıpranmış duruyorlardı orada. Likörlerin kendine has rahiyası ve kadehlerin seksen yıllık anıları çıkageldi aile yadigarı büfeden.
       Bir bayrama daha tatlı bir isim verilemeyeceğini düşündüğüm Şeker Bayramı’nda (eminim bu adı ramazan bayramına çocuklar vermiştir) kahvenin yanında sunulan likörün, içinde alkol olduğu için tadına bile bakamayışımın isyanı. Minik sevimli kadehlerde sunulan meyve özlerinin hapsolduğu likör büyüklerin yapacağı sohbete katılma aracıydı benim için. Aileyi konu komşuyu bir araya getiren kahvenin yanında, içenleri sarhoş etmek değil zamanın keyfini yaşatmaktı likörün görevi aslında.
        Babamın çok sevdiği halde koket içeceği diyerek içmeme izin vermemesinin nedeni batılı hayata özenen şehirlilerin oluşturduğu gelenek olarak görmesiydi. Fakat kendi kendine çelişip yenik düşmüştü bu lezzete. Bana aldığı ilk çeyizin ne olduğunu söylememe bile gerek yok.
         Anlattığı bir likör hikayesi var ki tutkumu daha da kamçılamış, gülmekten kendimi alıkoyamamıştım. Bir gün Ankara’ya çiftçilerin katılacağı toplantıya gitmişti. Sonra toplantıya katılanlarla birlikte kahve içmek için bir yere oturmuşlar. Nane likörü ve çikolata eşliğinde gelmiş kahveler. Az ama ferahlatıcı içeceğin, toplantının bunaltıcı havasından kurtarıp yorgunluğunu alacağını bildiği için çok sevinmiş likörü görünce. Derken sohbet sırasında gözü esmer, babayiğit, adını bilmediği adama takılmış. Adam ne olduğunu bilmediği anlaşılan likörü avucunun içine dökmüş bir güzel ovalaya ovalaya yüzüne sürmüş. Babam adam utanmasın diye mi! yoksa gördüğüne üzüldüğü için mi! kendisinin de ayırt edemediği bir duyguyla içememiş o çok sevdiği nane likörünü. Anlattığına göre kolonya sanmış galiba. Hadi gel de gülme.
         On yedili yaşlarda evlenen anneme ne demeli. Çalıştığı fabrikada fazla mesai yaparak, yeni yeni içmekten keyif aldığı likör kadehlerini almak için yaşamından bir bölüm harcamış. İç geçirerek söylemişti bunu. Fakat onları almak için çok çalışmak zorunda kaldığından dolayı değil, küçük tombul sürahiden akan nane likörünün yeşili kadehin üstündeki kesme yapraklara yüklediği anlam ve anıların zaman içinde yitip gitmesiydi ona iç geçirten.  Öyle ki onunla birlikte içen ne dostları vardı hayatta ne de likör eşliğinde yapılan sohbetlerin tadı.
        Büfenin tozlu raflarından, bu defa Şen Teyze çıkageldi, pamuk saçları ve karanfil kokan teniyle. Şimdi seksenli yaşlarda Şen Teyzem. Eski konakları apartman furyasına yenik düşüp de yıkılınca Ana-Ata yadigarı antika eşyalarıyla 10 yıldır oturduğu şimdiki evinde, karşılıklı yudumladık kahvelerimizi ve likör tadındaki sohbetimizi.
        İkramların sanat eseri kadehlerle aydınlık, içten gülüşlerle yapıldığı o günleri konuştuk. Anılarla dolu o evde likörün anlamı kadehlere gösterilen özenden belli oluyordu. Öyle güzeller ki. Çeyizinden Türk el işçiliği olan gümüş kadehler ile kendisine hediye edilmiş Fransız işi el boyaması cam kadehler geçmişte yaşanan güzelliklerin bir kanıtı. O zarif kadehlerdeki likörü misafirlerine sunarken cam takımın bir kadehi düşüp kırılıvermişti, “İşte! diyordu; misafirin, sevdiklerin geldi diye, heyecanlanıp sevinmek çok güzel ama dikkati de elden bırakmamak lazım, “ayol, döküldü, dökülecek “ derken biri gidiverdi; sonra da en önemli cümleyi ekledi; “ üzülmüştüm o zaman çünkü hediyeydi, bu çok sevdiğim takım, bir kat daha kıymetliydi o yüzden, fakat şimdi diyorum ki; insanlar, gönüller, dostluklar kırılmasın yeter.” Zaten bozulan takımı yenilemek istese neredeydi o eski özen.
          Çocukluğumun sosyete içeceğini 1988’de kahvenin yanında likör vermesiyle ünlenen mekanda doya doya içişimi nasıl da havalı bir fotoğrafla belgelemişim. O zamanlar 1930’da Türkiyede yapımı başlayan daha öncesinde de Fransa’dan ithal ettiğimiz likörleri artık kendim yapıyorum. Büfeden fırlayıp gelen anılardan, babamın batıya özenti dediği bu içeceğin kültürler arasında ılımlı etkileşimi sağladığından yoksa insanları birleştirici, sohbetleri iyileştirici güce sahip olduğundan mı seviyorum bilmiyorum. Bildiğim şey küçüklüğümden beri rahiyasına ve tadına doyamadığım için seviyor olmam.
                                                                                        Bahriye İplikçi
                                                                                                           

23 Haziran 2020 Salı

BAHÇEDE












                                          BAHÇEDE
                             Doyumsuz sessizliğin bahçesinde
                             Sarındım
                             Hayallerle ördüğüm
                             Çocuk gülüşlerimin tanığı Şal’a.
                             Gözlerim kapalı.
                             Nasıl da ötüyor karatavuk.
                             Kenelikarga göz dikiyor mutluluğuna.
                             Oysa
                             Barış şarkıları söylensin istiyorum
                             Şalın yumuşaklığında.
                             Dalga dalga kokan
                             Yasemin, gül, petunya,
                             Üç renk açan aşılı hayıt.
                             Sarmaş dolaş olmuş
                             Defne, sığla, sakız dallarıyla.
                             Güzel şeyler yaşamak için
                             Herkes sarılsın diliyorum
                             Bahçede fışkıran hayaller yumağında.
                                                          Bahriye İplikçi

12 Haziran 2020 Cuma

SARMALAR ÇİÇEK AÇTI











                                             SARMALAR ÇİÇEK AÇTI

Karaburun, Çeşme, Seferihisar ve Urla’da “Sanatçı Doğa” iş başında. Önce ballıbabayla mora, pembeye boyar her yeri. Sonra karahindibağ ve hardal otunun çiçekleri ile sarıya. Sonra her yer papatya ile bembeyaz olur. Daha sonra gelincikler ile kırmızıya, en sonunda keçimemesi, sığır kulağı ve acımık ile maviye boyar doğayı. Hele acımık namı diğer radika, doğanın mavi boncuğudur o. Bu yıl Urla Doğal Sofra’nın hazırlamış olduğu Ot Bayramında  SARMALAR DA  ÇİÇEK AÇTI. Tencereler rengarenk.
Öyle çekimi var ki şu ot deyip geçtiğimiz olağan üstü varlığın. Cömertçe, sessizce, sunar bize nimetlerini, lezzetlerini. Doyamadık onları pişirmeye.  Kavurduk. Börek yaptık. Yemek yaptık. Sarma yaptık. Hiç israf etmedik onları. Ne kökünü, ne dalını, ne yaprağını, ne de çiçeğini. Yapraklarından sarma yaptığımız gibi, çiçeklerinden de yaptık. Doğa; usta bir sanatçı gibi, tencerelerimize lezzet resmi yaptı rengarenk. Pirinç ile buluşan yapraklar ve çiçekler, ebegümeci, labada ile yemyeşil, kabak çiçekleri ile sapsarı, gülhatmi çiçekleri ile pespembe, sarma oldu tabaklarda. Harika sofralar hazırladık onlarla. Siz dostları mutlu etmek için. BAHRİYE İPLİKÇİ

3 Haziran 2020 Çarşamba

KADER ANI


                                                 




                                                                          Res:Namık İsmail/Vatan Emrederse

                         
                                                       
                                                                 KADER ANI
        
       Mayıs...
       Yaşı küçük olmasına rağmen neler olup bittiğinin farkındaydı ama kurtuluşun başlangıç ayı olduğunu bilemezdi. Minik bedeniyle, gizlendiği çalıların altında elinde sımsıkı tuttuğu torbasıyla öylece bekliyordu. Korkuyordu. Korkuyor muydu? Hayır, hayır korkmuyordu. O, babasının dediği gibi yiğit bir delikanlıydı. Sıkı sıkıya sarıldı yine torbaya. Akşam oluyordu. Babası henüz dönmemişti. Fişek gibi şahlanan atla birlikte üç kız kardeşini emin bir yere bırakıp onu da almak için gelecekti. Bekliyordu, yiğit bir delikanlıydı o…
       Şöyle bir etrafına baktı. Baharı müjdeleyen, yediveren güller, gelincikler, ağaçlar, bin bir renkli çiçekler… Gözlerini kapatıp kokularını içine çekecekti ki, ciğerlerini yakan keskin bir yanık kokusuyla telaşla gözlerini açtı.  Ülkesinin işgal altında olduğunu anımsadı. Çok önemli görevi vardı. Babasını beklemeliydi. Uzaktan nal sesleri duyulmaya başladı. Dönüp baktı, üç atlı yaklaşıyordu ona doğru. Torbayı aceleyle çalıların altına fırlattı. Yanına yaklaşan atlılar aralarında onun anlamadığı bir dille  konuşurken birden:
        “Adın ne” dedi atlılardan biri.
         Bir anda ürperdi, ürkekleşti sesini çıkarmadı. Sadece heyecandan çanak gibi açılmış ela gözlerini onlara dikmiş bakıyordu.
       Birisi, bu ela gözlerden bitlenmeye karşı önlem almak için kazınmış, bir tel saç kalmayan dazlak kafasının tüm yüz hatlarını ve teninin beyazlığının ortaya çıkarmasından dolayı kendilerine benzetmiş olacak ki “Sanırım bizden korktun, ailen buralarda mı? Seni alacaklar mı?” diye sordu.
        Ürkekliğini üzerinden atıp karşılarında dimdik durdu. Yine sesini çıkarmadı. Sadece kafasını salladı.
        “Gidelim, çocuk sağlıklı ve güvende” dedi diğeri.
        “Güvende mi” diye tekrar etti arkalarından bakarak. Nefretle “İşgalciler, evet güvendeyim, öldüremediniz, gebermedim, gebertemediniz” dedi içten içe ağlamaklı ve sinirli. Biraz sakinleşip şaşkınlığını da üzerinden attıktan sonra kendi kendine belli belirsiz yaşlı gözleriyle gülümsedi. Gülümsemesi uzun sürmedi. Babası ve ablaları geldi aklına. Onlar, onlar güvende miydi?
         Köyünün yamaçlarını duman bulutları sarmıştı. Alaca karanlıkta bile görülüyordu. Yanıyordu köyü, vatanı.  Öf! Ne zaman gelecekti babası. Herkes köyü terk etmişti. Daha doğrusu terk etmek zorunda bırakılmıştı. Zaten biraz önce işgalcilerin elinden bu yüzden kurtulmuştu. Köyü boşalttıklarına öylesine emindiler ki. Onun bir Türk çocuğu olabileceğini düşünmemişlerdi.
         Hava iyiden iyiye kararmış, soğumaya başlamıştı. Aklına birden çalıların arasına fırlattığı torbası geldi. El yordamıyla torbayı bulmaya çalıştı. Hışırtısını duyar duymaz küçücük elleriyle kavrayıp göğsüne bastırdı. Koklayarak: “Anam, Babam, Vatanım” diyerek sarıldı. Ne çok ayaz vardı bu akşam. Isınmak için büzülerek dizlerini göğsüne çekti. Bahar güneşinin ısıttığı gündüz, yerini soğuk bir geceye bırakmıştı. Öyle üşüdü ki, kendisine emanet edilen torbayı açarak, ablalarının gizli gizli diktiği ay yıldızlı al bayraklardan birini torbadan çıkarıp boynuna sardı.
           Bir an duraksadı:
          “Ne yapıyorum ben” dedi. Sonra gurur duydu. Eğer ölürse kefeni olurdu. “Anam, Babam, Vatanım” diyerek kendini daha sıkı sardı bayrağa. Ayazdan titreyen vücudu biraz olsun ısınmaya başladı.
         Karnının gurultusu rüzgarın sesini bastırıyordu. Bu ses karnından gelen ses mi, rüzgarın sesi miydi? Kulak kabarttı, yoksa yoksa gelen mi vardı. Aklına sabahki askerler geldi. Tam kalkıyordu, bakmaya bile fırsat bulamadan biri omuzlarından tutup kucakladı, terden sırılsıklam olan atın üstüne çiviler gibi oturttu onu.
           “Sıkı tutun” dedi tanıdık bir ses... Babasıydı. Kalbi dışarı fırlarcasına atıyordu. Dörtnala koşan atın sırtında dur diye bağırdı. “ Bana emanet ettiğiniz bayraklardan biri omuzlarımda sarılı, uçacak, savruluyor, dalgalanıyor” dedi. 
         Babası “ Duramam, yetişmeliyiz bırak dalgalansın şanlı bayrağımız. Kurtuluşumuz, Milli Mücadelemiz şimdi başlıyor, benim yiğit delikanlım” diyerek atı dörtnala zafere doğru koşturuyordu.
                                                                                                 Bahriye İplikçi


        NOT: Hikaye de anlatılan küçük çocuğun askerler tarafından görülüp öldürülmemesi ve kendilerinden biri zannedilmesi Recep Özakhisar’ın Kurtuluş Savaşında altı yaşlarında yaşadığı ve etkisinden kurtulamayıp ölünceye kadar torunu Bahriye İplikçi’ye anlattığı bir olaydır. Hikaye’nin devamında gelen olaylar kurgudur.

23 Mayıs 2020 Cumartesi

BAYRAMLAŞMA









                                                               BAYRAMLAŞMA
                Bayramın havası bir başka oluyor. Sabah erkenden kalkıyorsunuz kahvaltı hazırlıyorsunuz, oturup ailece karnınızı doyuruyorsunuz. Sonra kalkıp giyiniyor ve çocuğunuz sizin elinizden öpüyor ona para veriyor, sevgi gönderiyor, saygı aşılıyorsunuz. Onu birlikte olduğunuzdan dolayı gülümsetiyor ve mutlu ediyorsunuz. Daha sonra size gelen ziyaretçiler var ve siz de ziyarete gidiyorsunuz. Hep insanları gülerken görüyorsunuz dolayısıyla sizde gülümsüyorsunuz. Sevgiyi, saygıyı, huzuru paylaştınız. MUTLUSUNUZ.
          Sıra geliyor en büyüklere; anneanneye, babaanneye, dedeye. Sizi kapıda görüyorlar içleri titriyor, gözleri buğulanıyor. Oğlum/kızım tatile değil bize, bana bayram ziyaretine gelmiş.  Önce torunlarının cebine para sıkıştırıyor sonrada sımsıkı sarılıp öpüyor. Sanki daha önce görmemiş gibi. Yaşlı, titrek elleriyle çocukları için hazırlanmış yemekler geliyor masaya. Bak bu, Ahmet’in sevdiği yemek, bak bu da Mehmet’in ahh bir de Ayşe olsaydı yanımızda. Ama onlar sonra gelir. Kayınvalidesine gitmiştir şimdi. Olsun ziyanı yok, birkaç saate gelirler. Mutlu bir şekilde yemekler, tatlılar yenir. Sonrasında mutlulukla oradan ayrılırsınız kalbi her zaman sizin için çarpan anne-babanızın yanından.
           Ama henüz bayram ziyareti bitmedi. Gidilecek yerler çok. Biniyorsunuz bir otobüse.
           Şoför bağırıyor ”orta kapıdan binebilirsiniz ”.
           Şaşırıyorsunuz. Para vermeden binilir mi?
           Şoför ”Başkanımızın halkımıza bayram hediyesi, otobüsler üç gün ücretsiz”… Para vermediğiniz için değil, yapılan incelik karşısında mutlu ve biraz da mahcup oturuyorsunuz koltuğa. Etrafınızdakiler size ve küçük çocuğunuza sevgiyle bakıp, iyi bayramlar diliyorlar. Küçük çocuklarda bu sevgiden ve ilgiden etkilenip arka koltuktaki çocuklara bağırıyor “iyi bayramlar”.
         Otobüse her binen kişiye elden ele şeker verilip, bayram kutlamaları yapılıyor.  Otobüsten iniyorsunuz. Karşıdan karıya geçmek için ışıkların yanmasını bekliyorsunuz. Kırmızı ışık yanıyor. Arabalar duruyor.  Siz tam geçmeye hazırlanırken, arabalar kornaya basıyor. Önce panikliyorsunuz. Ters bir şey mi yaptım, yanlış ışıkta mı geçiyorum diye arabalara bakıyorsunuz.
           Şoför eliyle büyük harflerle yazılmış yazıyı gösteriyor…” İYİ BAYRAMLAR”
           İnşallah bütün gününüz, yıllarınız ve ömrünüz bayramlarda ki gibi güzel, mutlu, sıcak ve şeker tadında geçer.
            Sevgi; lezzetli yiyeceğiniz, sağlık; mutluluğunuz olsun.
HOŞÇA KALIN…
                                                                                        Bahriye İplikçi

27 Nisan 2020 Pazartesi

ÇOCUK KALBİYLE 23 NİSAN







                                                   ÇOCUK KALBİYLE 23 NİSAN
      
                Kalbinin derinliklerinde yaşadığı duyguları her an gören, hisseden annesi ile göz göze geldi. Heyecandan parlayan ela gözlerinin içine bakarak; beyaza boyanmış tenekelerde yetiştirdiği    çiçeklerden, başını sallayarak
             “Koparabilirsin” dedi.
              Tüm çiçeklerin kokusunu içine çekti. Gül, sardunya, leylak, zambak…O da annesi gibi, koparmaya kıyamasa da Atasına olan minnettarlığını çiçeklerle göstermek istiyordu. Bir de şiir okumak. Hem çiçek topluyor hem de;
              Sanki her tarafta var bir düğün.        
              Çünkü en şerefli, en mutlu gün.
              Bugün 23 Nisan
              Hep neşeyle doluyor insan.
              İşte bugün bir meclis kuruldu.
              Sonra hemen padişah kovuldu.
              Bugün 23 Nisan
              Hep neşeyle doluyor insan.
              Bugün Atatürk’ten bir armağan
              Yoksa tutsak olurdun sen inan.
              Bugün 23 Nisan
              Hep neşeyle doluyor insan.
              Şiirini içinden tekrar tekrar okuyordu. “Ya unutursam” dedi annesine. Siyah okul önlüğünü giymesine yardım eden, kolalı beyaz dantel yakasını düzelten annesi;
             “Unutmak mı? Sen mi? “
             “Benim çocuğum Gazi Mustafa Kemal Atatürk için okuyacağı şiiri hiç unutur mu?” diyerek, gururla, içinden taşan şefkatle sarıldı.“Hadi şimdi doğru okula” dedi.
              Atası için toplayıp demet yaptığı çiçekleriyle okulun yolunu tuttu.Zil çaldı. Herkes sıraya geçti. İşte! Okul müdürünün konuşmasıyla tören başlamıştı. Sıra ona geldi. Kalbi küt küt atıyordu. Atasının heykeline yaklaştı. Çiçekleri yanına bıraktı, selam verdi ve şiirini okumaya başladı.
        Fakat bir terslik vardı. Arkadan uğultular yükseliyordu. Şiiri tüm kalbiyle, sevgiyle okuyordu. Bir terslik hissetmesine rağmen şiiri bitirmiş sonra onu dinleyen topluluğa dönmüştü.O anda anladı ki şiirini topluluğa sırtı dönük okumuştu. Ama sırtını atasına dönüp okuyamazdı ki.O, yıllar önce, zor günlerde Türk Milletine sırtını dönmemişti. Tüm dünyadaki çocuklara bayram armağan etmişti. Türk Milletine özgürlüğünü vermişti. Yine de şaşkın bakışlar karşısında büyük bir alkış almıştı. O günden sonra “Çocuk kalbiyle Atasına şiir okuyan kız” diye anıldı okulda. 
             Aradan kırk yıl geçmesine rağmen, hala biraz mahcuptu. O yılları gülümseyerek hatırladı.
Ama haklıydı, Atasına sırtını dönemezdi ki. Tekrar gülümsedi ve “23 Nisan 1920’nin 100. Yılı kutlu olsun Çocuk Kalbim” dedi sessizce tüm dünyaya bağırarak.
   
                                                                                         Bahriye İplikçi

8 Nisan 2020 Çarşamba

FAKİR





 






FAKİR

Lastik ayakkabılarının ayağını vurmasına hiç aldırmadan her sabah mahalle çeşmesinden su doldurmaya giderdi. Sonra eve gelir annesine yardım etmenin sevinci ile mutlu olurdu. Evleri topraktan, vakit buldukça oyun oynadığı oyuncakları kendi elleri ile yaptığı çamurdandı. Her istediğini alamazdı. Ama yine de o kocaman kara gözleri mutlu ve umut doluydu. En çok ta komşularıyla sobanın etrafında toplanıp anlatılan hikayeleri dinleyerek hayaller kurup, o hayallerin içinde kaybolmayı severdi.
Sonra büyüdü. Büyüdükçe her şey değişti. Çocukluğundaki çamur oyuncaklarının yerini plastik oyuncaklar, sobanın yerini doğal gazlar, çay sohbetlerinin yerini televizyonlar almıştı. Komşuları ile geçirdiği zamanın
yerini ise yalnızlık.
Yalnızlaştıkça bencilleşti. Bencilleştikçe her şeye sahip olmak istedi. Sahip oldukça hırslandı. Hırslandıkça öfkelendi. Yaktı, yıktı, kesti, esti, yağdı, gürledi. Kendini tanıyamaz, isteklerinin önüne geçemez oldu. Dur demenin vakti gelmişti. Ama ne yazık ki geriye dönüp yaptıklarına bakınca o artık VİJDAN, AHLAK, SEVGİ ve MUTLULUK fakiri idi.
Aslında, o, çocukluğundaki fakirliği ne çok özlemişti.
                                                                                   
                                                                             Bahriye İplikçi.

4 Nisan 2020 Cumartesi

YABANİ OTLAR









 YABANİ OTLAR

Ressam doğa iş başında
Neşeli çocuklarıyla.
Ballıbabalar, gelincikler.
Kıllı kamina, teke sakalı, delikız saçı, dede kaşığı,                                                                        İsimleri de harika..
Eee yabani ot derler onlara
Bir fışkırsın baharda
Yapraklanır, filizlenir, çiçeklenir, tohum atar toprak anaya.
Rengi ile mutluluk,
Şerbeti ile şifa,
Yemekleri ile bayramdır sofralarda.
Kimi yaramıza ilaç,
Kimi başımıza taç,
Kimi aşımıza tat.
Şarkılara konu olmuş arapsaçı.
En ünlü ressamın tablosunda kutsanmış ısırgan.
Şevketi bostan o kolay mı!! Ün salmış faydasıyla dört bir yana,
İllaki yenmeli senede bir de olsa.
Çörtük tarhananın başkahramanı.
Dokuz donlu, kaya koruğu turşunun hası.
Ebe gümeci midenin devası.
Deve dikeni enginarın atası.
Körmen, helvasıyla herkesi şaşırtmakta.
Radika, doğanın mavi boncuğu. Aman nazar değmesin arkadaşlarına.
Karahindiba dilek dilemede bir numara.
Leplep otu çocukların oyuncağı.
Karabaş otu, kekik, filiskin doğanın mis kokusu.
Korona’ya aldırmadan birbirine sarılmış sarmaşıklar gibi bir arada.
İşte böyle yabani otların sevgi dolu enerjisi.
Mart gelip dayandı mı kapıya,
Sağlık, güzellik, mutluluk dağıttıktan sonra.
Bir varmış bir yokmuş.
Hazırlanır toprağın koynunda bir sonraki yıla.
İplikçi diyor ki…
Adını saymadığım yaban otlarım
Sakın kızmayın bana
Hepiniz özelsiniz
Annemin Ot Sepetinde size ayırdığım sayfalarda.
                                                                
                                                                    Bahriye İplikçi
                                                   

12 Ocak 2020 Pazar

NECATİ CUMALI VE KADIN





                                   

 NECATİ CUMALI VE KADIN

                Urla’ya aşık bir yazar Necati Cumalı. Onun hakkında araştırma yaptıkça sevgim, saygım daha da arttı. Romanlarında, şiirlerinde Urla'yı ve Urlalıları anlattığı gibi ezilen, sömürülen kadının yanında olmuş. Bir de onlara verilen değeri konu almış hep. Baskıcı zihniyetin içinde kalan kadın sorunları konu olmuş şiirlerine, romanlarına.
              “Yalnız Kadın’ı” okuduğunuzda öyküde anlayacağınız hiçbir şey yokmuş gibi ama aslında
anlatılan çok şey varmış gibi duygulanırsınız.
             “Değişik Gözle” öyküsünde Lale’nin bir daha gülememesini anlatır.
             “Tütün Zamanın” da ki Zeliş’i herkes öyle sever öyle benimser ki o dönem yeni doğan
kızlarının adı Zeliş tir hep.
            “Ay Büyürken Uyuyamam” 40 yaşını geçmiş güzel bir kadın ve ay ışığı……
             Ya Mine’ye ne demeli…….Çevresinde aç ve sevmemiş erkeklerin tutkuları…..
Aşk ve kadın….Toplum ve hor görülen kadın……
            İyi ki varsın İyi ki yazmışsın Necati Cumalı. Sen bizi yıllar önce çok iyi anlatmışsın.
                            Bahriye İplikçi

       NECATİ CUMALI’DAN
       EMİNE
Abanoz’daki Emine
On yedisinde düştü
Afro’nun eline
Şimdi yaşı yirmi bir.
Eridi gitti dört senede
İpek saçları, vücudu bozuldu
Ela gözlerinin ateşi söndü
Kalmadı eski neşesi
Alıştı zamanla küfre, tütüne
Zamanla etrafına uydu
Isındı evin adetlerine
O içimizde birinin kızı
Birinin kardeşi
Aşık birine.

                             
                           

9 Ocak 2020 Perşembe

HALK KÜLTÜRÜNDE KABAK VE HİKAYE


                                  
    
                                           HALK KÜLTÜRÜNDE KABAK ve HİKAYE
                 
                Her yıl, "yalın ayak başı kabak" bin bir emekle diktiğimiz o canııımmm kabaklar, yine bin bir emekle toplanır, evin bodrumuna taşınırdı. Taşınırdı taşınmasına da;  annemi,  bir tanesini bile tatlı yapmak için ikna edemezdim. Onları yılbaşın da yememiz gerektiğini, fazlasını da konu komşuya dağıtacağını söylerdi. Neymiş; yeni yıla paylaşarak, bolluk bereket içinde girmemiz gerekirmiş. Kabağın kerametiymiş bu. Annemin inadı inat: “Olmazzz sulanıp durma, yoksa "Kabak gibi oyarım" seni” diye de paylardı.
                Kavun, karpuz olsa alacağım bir tanesini vuracağım yere, en orta yerini ellerimle çıkarıp, sularını dirseklerimden akıta akıta yiyeceğim. Olmaz ki; allahın kabağı, sert mi sert, ağır mı, ağır. Kardeşimden yardım istesem "kabak başına patlar" korkusu ile yardımcı olmaz. Yardımcı olsa bile, annemin sihirli elleri değmeden, köy fırının da yavaş yavaş şekeri içine almadan, kestane şekeri kıvamında, kehribar gibi pişmedikten sonra, yenmez ki... Beklemekten başka çarem yoktu. Kedinin ciğere baktığı gibi, bakardım kabaklara. Kardeşim kabağa olan iştahımı hisseder, dalga geçme fırsatını hiç kaçırmazdı.
                 "Kabak pişti, tuz ister.
               Anne canım kız ister,
               Kız olmazsa, dul olsun,
               Şeftalisi bol olsun".(türkü: Mestan Yapıcı Kabak Yemekleri)
Bir türkü tutturur, beni kızdırmaya çalışırdı. Annem durumu anlar ortalığı yumuşatmaya çalışırdı. O da bir tekerleme patlatırdı.
               “Otur kabak, kalk kabak.
               Müdür bu işin çaresine bak”. (tekerleme;Mestan Yapıcı Kabak Yemekleri)
Ben de, “tamam o zaman anne;  bu evin müdürü sensin, pişir bir kabak keyfimize bakalım” derdim.
             Ama nafile. “Hayırrrr olmaz. "Kabak tadı verdiniz" ama. O kabak, yılbaşında pişecek. Evimizden bolluk bereket eksilmeyecek” diyen anneme;
“Peki annecim” deyip mecburen yılbaşını beklerdim.
                                                                                 Bahriye İplikçi